Okumayı öğrendiğim günden beri okumaya aç hissettim kendimi.
Okuduğumuz her şeyde yeni birşeyler öğreniyoruz ya hani öğrenme aşkı galiba daha çok.
Malum herşeyi yaşamamız ve yaşayarak öğrenmemiz pek mümkün değil.
Mesela sırf dini ve dini kullanan dincileri, çağı ve hataları, haksızlıkları sorguladığı için ölüm tehtidiyle yaşamış bir Aziz Nesin olmayı...
Madımakta elinde bağlama dilinde türküsü şiiriyle, evde bekleyen küçük Zeynep’i düşünürken “Metin" olup diri diri yanmayı beklemeyi…
Dün 2 Temmuzdu..
Tarihe utanç içinde işaret koyduğumuz…
Neyse ki teknoloji müthiş ilerledi.
Çocuklarımız büyüyor.
Ellerinde dijital bir kutu içinde tüm tarih saklı.
Ve her yaşta insan oğlu okumayı öğrendiği ve algıladığı günden bu yana herşeyi öğrenmeye en az benim kadar aç. İşte umut da en çok burda ya zaten. O parıldayan gözleriyle okuyorlar, izliyorlar, bazıları araştırıyor bile. Artık yaşaması gerekmiyor bilmesi için; o kadar yaşanmış ve yaşamış varken...
İşte tam da ben tüm bunları düşünürken herkesin bildiği sanal ortamlardan birinde bir mektup geldi önüme.
Bazıları gibi “ay uzun yazmış okuyamıycam” demedim tabii. Şu an aramızda olmayan Kaan’ın mektubuydu bu.
Henüz hayattayken vermiş annesine bu mektubu, belli ki gitmeden bişeyler yapmak istemiş.
Aslında yaşayabilmeyi de çok istemiş…
“Ben bundan 6 sene önce lösemi hastalığına yakalandım. Ankara’da LÖSEV’in LÖSANTE Hastanesi’nde çok zor olan tedavim başladı, 2 sene sürdü. Tam “İyileştim” derken hastalığım tekrarladı. Tekrar başa döndük ve 3 yıllık tedaviye başladık. Hiç yıkılmadım, “Ben bu hastalığı yeneceğim” diye anneme, kardeşlerime söz verdim. Ama lösemi canavarı beni 3’üncü kez pençesine alıp lösemi tekrarlayınca tam umudum kırılmak üzereyken LÖSEV’in doktorları yine imdadıma yetişti ve “Artık sana kemik iliği nakli yapacağız ve yaşatacağız” dediler. 3’üncü defa uzunca bir kemoterapi aldım, yine saçlarım döküldü, ateşler içinde yandım ama sonunda Kemik İliği Nakli Servisi’ne geçmeyi başardım. LÖSEV LÖSANTE Hastanesi’nin Kemik İliği Nakli Servisi tıpkı bir uzay üssü. Her tarafı havadaki gözle görülmeyen en küçük tozları, mikropları süzen hepafiltrelerle kaplı. Doktorlar, hemşireler içeri girerken özel solüsyonlarla yıkanıyorlar, çok özel kıyafetler giyiyorlar. Annemden başka kimse içeri giremiyor, o da dışarı çıkamıyor. Adeta fanusta yaşıyordum. Kapıların birisi kapanmadan diğeri açılmıyor. Anlayacağınız, sağlığımız için dünyanın en steril Kemik İliği Nakil Merkezi’ndeydim. Bir gün hematoloji uzmanı profesör doktor odamıza geldi ve;
-Artık radyoterapi (ışın tedavisi) alacaksın, sonra da kemik iliği naklini gerçekleştireceğiz. Ama radyoterapi için başka hastaneye gideceksin” dedi. Hemen;
- Bizim hastanemizde yok mu, dedim.
- Var, hem de dünyanın en iyi radyoterapi cihazları var ama kullanamıyoruz, dedi.
- Neden, diye sordum.
- Çünkü Sağlık Bakanlığı ruhsat vermiyor, yani çalıştırmamız yasak.
- Neden, kötü bir şey mi yaptınız?
- Hayır, her şey yönetmeliklere uygun. Hatta Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’ndan (TAEK) ruhsat da alındı ama kullanamıyoruz.
Bağışıklık sistemim çökmüşken ve bu servisten dışarı adım atmamam gerekirken hem sabah hem de akşam (günde 2 defa) başka bir hastanede radyoterapi almak için dışarı çıktım ve ışın aldım. Düşünebiliyor musunuz, hem milletin tuğla bağışlarıyla satın alınmış dünyanın en mükemmel, 5 milyon dolarlık aleti LÖSANTE Hastanesi’nde çürüyor hem de ben aynı hastanede 2 kat aşağıdaki bu özel merkezde ışın tedavisi alabilecekken dışarıya yani mikrop dolu ortama çıkıp hayatımı tehlikeye atıyorum.
En son olarak size şunu itiraf etmek istiyorum: “Beni lösemi hastalığı öldüremedi ama bürokrasi canavarı öldürebilecek.” Belki de sayılı günlerim kaldı. Ben görmedim ama bu mektubu herkese iletirseniz, sizin sayenizde başka lösemili çocuklar bu cihazın çalıştığını görebilirler.
Saygı ve sevgilerimle. Kaan Özelçam.
” Sizi bilmiyorum ama ben çok suçlu hissediyorum…
Halbuki yıllar önce radyoda yaptığım programlarımdan birinde Ankara’dan gelen Lösev yetkililerini ve gönüllülerini ağırlamış gönüllü olmuştum. O dönemde Ankara’da Lösemili çocuklar ve aileleri için şirin bir köy inşa etmişler ama bürokrasiyi geçemeyip faaliyete geçememişlerdi. Bunu duyurup bir kamuoyu yaratmak gerekiyordu, gelin görün ki halk duyarlı bağışçıları ve gönüllüleriyle elinden gelenin fazlasını hep yaptı diye düşünüyordum ki ne kadar yanıldığımı bugün görüyorum.
Bürokrasi bu ya sadece su bağlansın diye neredeyse bir yıl beklendiğini biliyorum. Elimizde bunca imkan varken aslında hiçbirşey yapamadığımızı gördüm bugün. Elimizde dünya var evet herkesin her duygusunu yazabildiği bir mecra var evet ama hala bilmiyoruz. Balık hafızalıyız çünkü dün çektiğimiz acıyı da haksızlığı da bugün unutmak gibi müthiş bir yeteneğe sahibiz. Dün uğradığımız haksızlık o sanal mecralarda paylaşınca ya da tt olunca geçmedi ki. Bir yenisi oluncaya dek acısı hafifledi; bi nevi ağrı kesici gibi.
Yaşadığımız sürece acılar da olacak elbette ama düzeltebileceğimiz şeyler var.
Öyle ki bazı şeyler tek bir kişinin dilinin ucunda.
O dilin ucuna varıncaya kadar vazgeçmemeli, durmamalı, susmamalı…
Kaan gitti…
Umarım çok daha güzel bir yere…
Yaşatmayı bilmediğimiz için...
Asıl mucizenin yaşatmak olduğunu bilmediğimiz için…
Son bir şey daha;
Şayet Kaan’ın yaşamına bürokrasi engel olduysa o yapılan muhteşem yollar biz geçelim diye yapılmadı...